Mert Kızılay: “Tüketim şeklimizden ötürü tahammülümüz azaldığı için, kısa içeriklere yönelim söz konusu”

Kısa Film yönetmeni Mert Kızılay, Anadolu Üniversitesi Çizgi Film ve Animasyon bölümü mezunu. yU+co isimli stüdyoda bir sene uzaktan çalıştıktan sonra, Los Angeles’a yerleşme kararı almıştır. Sekiz sene Los Angeles’te yaşayan yaratıcı yönetmen Kızılay, bir buçuk senedir İstanbul’da yaşamakta.

“Eğitim sürecinde bizi baştan sona kısa film üretimi üzerine yoğunlaştırmışlardı”

Los Angeles merkezli tasarımcı Mert Kızılay, “Yaklaşık sekiz senedir Los Angeles’taydım. Şimdi ise bir buçuk senedir İstanbul’dayım. Anadolu Üniversitesi Çizgi Film ve Animasyon bölümünde eğitim aldım. Birkaç sene İstanbul’da çalıştıktan sonra yU+co adındaki ağırlıklı film giriş, unvan sekansları ve jenerik tasarımında uzlaşmış olan stüdyoya başvurdum. Bir sene uzaktan freelance çalıştıktan sonra, Los Angeles’a yerleşmem ve ekibe dahil olmam konusunda anlaştık. Eğitim sürecinde bizi baştan sona kısa film üretimi üzerine yoğunlaştırmışlardı. Farklı şeylere girip çıkmayı sevdiğim için, her sene farklı tarzda bir film üretmeye çalıştım. Bu yüzden yU+co’da da “generalist” dediğimiz hem concept geliştiren hem tasarım hem de animasyon yapan pozisyonla başladım. Oradayken de aynı üslubu sürdürdüm. Farklı projelerde yer almaya, farklı şeyler denemeye çalıştım. Bazı projelerde yer alabilmek için özellikle talepte bulunduğumda oldu, “diyor.

“İlk öğrendiğim şey konsept ve fikrin, teknik ve uygulamadan önce geldiğiydi”

Çeşitli projelerde yer alan Mert Kızılay, genellikle film ve dizi üzerine projeler olduğunu ilk çalıştığı projenin ise “Pirates of the Carribbean” açılışı olduğunu söyledi ve şöyle devam etti: “Birkaç sene sonra Robocop oldu, National Geographic ile çalıştık, bunlar birkaç örnek. Hepsi birbirinden oldukça farklı. O zamanlar piyasaya yeni girdiğim için ve yaşımdan ötürü yüksek profilli projelerde çalışmak büyük önem taşıyordu benim için. Şimdi ise sadece projenin içeriği ve o projede çalıştığım insanlar benim için daha öncelikli. Burada ilk öğrendiğim şey konsept ve fikrin, teknik ve uygulamadan önce geldiğiydi. Buna uyum sağlamam vakit aldı ama bu süreçte kendimin de yine konsept ve fikre daha yakın olduğunu fark ettim. Teknik konsepte göre yolunu buluyordu. İnsanlarla iletişimi sevdiğimden ve sorumluluk almakla ilgili sıkıntım olmadığından üçüncü senemde yaratıcı yönetmen oldum. Kariyerimin kalan kısmında da yaratıcı yönetmenlik, tasarım ve sanat arasında gidip geldim. Son zamanlarda yazmaya da ağırlık verdim.”

“Hareketin doğasını, fiziği, ivmeyi anlamak açısından klasik animasyon çalışmak çok faydalı”

Film yapımcılığına ilk adımı geleneksel animasyon üzerinden atmışsınız, bu teknik dijitalleşme ile neredeyse kaybolmuş durumda. Bizlere her karenin elle çizildiği cel animasyondan bahseder misiniz? “Dijitalleşmeyle beraber sizin için neler değişti?” diye sorduk: “Aslında dijitalin dominantlaştığı doğru ama geleneksel teknikler hala yoğun bir şekilde kullanılıyor. Kullanıldığı zamanda genellikle birbirleriyle flörtleşiyorlar. Buck, State gibi stüdyolar buna iyi birer örnek. Cel animatörler dijital ortamda kare kare çiziyorlar, film dijital ortamda finalize edilebiliyor. Ya da bazen tamamen 3D bir yazılımdan render alınıp bunun üzerine rotoskop yapıldığı da oluyor. Biz de okuldayken klasik eğitimle başladık. Işıklı masalarımız, kağıtları deldikten sonra hizalamamızı sağlayan “pim cetvel”imiz vardı. Hareketin doğasını, fiziği, ivmeyi anlamak açısından klasik animasyon çalışmak çok faydalı. İlk kısa filmim cel animasyondu. En büyük ilham kaynağım da Sylvain Chomet’in “The Tripletes of Belleville” ve “Akira”, “Ninja Scroll” gibi klasik Japon animeleriydi. Sonra ilgim genişledi; Nuri Bilge Ceylan’ı, Gyorgy Palfi’yi, Quay Kardeşler’i keşfettim. Yaptığım işler ilgi duyduğum şeylerle harmanlaşmaya başladı. Stop Motion denedim, dijitale de o dönem kaydım. Aslında her şey birbirine girmeye başlamıştı, iyi anlamda.” dedi.

“Sesin hep filmin yüzde 50’si olduğunu düşündüm”

Sese ve müziğe ilgi duyan birisiniz. Müzikleri ve sesleri kendinize göre de besteliyor ve özgün çizginizi yaratmış oluyorsunuz. İyi bir kurgu kadar, ses efektlerinin uyumunun da olması gerektiğini biliyoruz. Sesleri toplayıp nasıl bir araya getiriyorsunuz?

“Aslında ses tasarımı ve müziği bırakalı yıllar oluyor ama ciddi vakit harcadım ve uğraştım gerçekten. Ne kadar birebir üretmesem de bu birikim hala çok işime yarıyor. Gerek ses sanatçılarıyla çalışırken, gerek mixing seansında, gerekse müşteri veya ilgili kişiyle proje üzerine konuşurken. Sesin hep filmin yüzde 50’si olduğunu düşündüm. (Eğer kasten sessiz bir anlatım yoksa) Bu konuda ilk ilham kaynağım Chris Cunningham’ın müzik videoları oldu. Ses ve görsellerin uyumu çok inceydi. Sonra Amon Tobin (bu alanda çok yetkin bir müzisyen) ile “foley” denen gündelik seslerin kaydedilmesi ile ses tasarımı veya müzik üretimi işine girdim. En son para kazanmaya da başladım ses tasarımı ve müzikten. Fakat sonra sadece tek bir tutkum üzerinden profesyonel iş yapma kararı aldım.”

Dijitalleşme birçok yeniliği beraberinde getirdi. Farklı animasyon teknikleri kullanan Kızılay, yakın bir zamanda oyun motoru Unreal’la da çalışmayı planladığını söylüyor ve şu şekilde devam etti: “Daha önce de değindiğim gibi benim kullandığım teknikler gerçekten değişiyor. Okuldan sonra dijitalin ağırlaşmasıyla 2D, 3D tasarım çok yaptım. yU+co’da yine cel animasyon ve kamerayla ürettiğimiz çalışmalar oldu. Sonraki freelance hayatımda Elastic (Game of Thrones, Westworld gibi yapımların jenerik tasarımlarıyla ünlü bir stüdyo) ile çalışmaya başlamamla daha foto reelistik dijital tasarımlar ürettim. Carnival Row’un jenerik tasarımı buna bir örnek. Geçtiğimiz ay Hakan Sönmez ile Contemporary İstanbul için tamamen farklı, interaktif bir çalışma ürettik. Yakında dokümantasyonunu yayınlayacağız. En yakın zamanda da gerçek zamanlı oyun motoru Unreal’la çalışmayı planlıyorum.”

Kısa filmler üzerinde çalışmalar yapan Mert Kızılay, takip ettiği kısa filmciler ve filmlerden bahsetti: “Okuldayken az önce bahsettiğim yönetmen Chris Cunningham büyük ilham kaynağımdı. Bunun dışında “Fallen Art” adlı kısa animasyonunu gördükten sonra Tomasz Baginski’yi de yakın takibe almıştım, direkt olmayan hikâye anlatımı çok hoşuma gitmişti. Sonra Quay Kardeşler’in stop motion filmlerini de görünce kendi stop motion filmimi yapmıştım. Şu an “Love Death Robots”a ilham kaynağı olduğunu düşündüğüm “Animatrix” de çok iyi bir derlemeydi. Seçkide hali hazırda hayranı olduğum Japon yönetmenlerin olması heyecan vericiydi. Şimdilerde ise Youtube’da “omeleto” adındaki kanalı takip ediyorum, oldukça etkili kısa filmler var.”

“Tüketim şeklimizden ötürü tahammülümüz azaldığı için, kısa içeriklere yönelim söz konusu”

Kısa filmin uzun metrajlı filmlerden ayıran fark sadece süre mi?” diye sorduğumuzda ise: “Açıkçası uzun metraj deneyimim olmadığı için çok sağlıklı bir kıyaslama yapamam. Ama elbette ki bir hissi, hikâyeyi veya fikri kısa sürede vermek çok farklı bir olay. Bir de maalesef mevcut tüketim şeklimizden ötürü tahammülümüz azaldığı için, kısa içeriklere yönelim söz konusu. Bu kısa yapımların artmasına sebep olacaktır. Maalesef dememin sebebi bunların artması değil ama uzun metraja olan ilginin azalma potansiyeli olması.” yanıtını aldık.

“On fikir düşünüyorsam bir veya ikincisi gerçekleşiyor”

Filmlerinizin senaryo aşamalarından bahseder misiniz? Bir kısa film nasıl meydana nasıl geliyor?

“Klişe ama hep basit bir fikirle başlıyor. Genellikle kâğıt üzerinde çok fikir biriktiriyorum. Bilgisayar başında olmadığım zaman bu antrenman benim için daha kolay. Yürüyüş yaparken, bazen yemek yerken, skeç yaparken ya da spor yaparken aklım daha çok çalışıyor, en önemlisi de internet ve sosyal medya gibi dikkat dağıtıcı şeyler olmuyor. Zaten on fikir düşünüyorsam bir veya ikincisi gerçekleşiyor, bunu da normal buluyorum. Süreç de en az sonuç kadar değerli benim için. Belli bir fikre yoğunlaşmaya başlayınca daha çok yazıp çiziyorum, araştırma yapıyorum. İlgili skeçler karalamaya başlıyorum. Buradan sonra şekillenmeye başlıyor. Hikâye oturduktan sonra, referans topluyorum, ardından storyboard çiziyorum. Tekniğine karar verdikten sonra test çalışmalar yapıyorum. Tasarımları üzerine çalışıyorum. Üretilen çalışmalarla animatik dediğimiz, storyboard’un zamana yayılmış versiyonunu yapıyorum. Kaba kurgu gibi. Burada akış beliriyor ve ses müzik de şekillenmeye başlıyor. Gerisi de bu zemini ince ince işlemek ve tamamlamak üzerine.”

“Açıkçası bana göre sürenin çok önemi yok, sanat formu olarak, sanatçı/yönetmen kendini en iyi nasıl ifade ediyorsa öyle icra etmeli”

Radyo Televizyon ve Sinema bölümü öğrencilerin birçoğu kısa film yapımını temel taş olarak görüyor. Üzerine katarak uzun metrajlı filmler yapıyorlar. Kısa filmler uzun metrajlı filmlere çıkan bir basamak mı?  Bu anlayış Türkiye özelinde mi böyle ilerliyor yoksa dünya genelinde mi böyle?

“Yine, tecrübem olmadığı için uzun metraj üzerine çok laf etmek istemiyorum. Ama bu benim de çok gözlemlediğim bir yöntem. Çok sevdiğim bir film olmasa da “Whiplash”’in ilk kısa film olduğunu duyduğumda etkilenmiştim. Ve kısası internette var izledim. Gerçekten uzun halinden bir kesit gibi ve insan devamını merak ediyor. Çok güzel çalışmış. Ama kısa filmin ille de uzun metraj için basamak olması gerektiğini düşünmüyorum. Bazı insanlar kendilerini o formatta daha iyi ifade edebilir. Bazı hikayeler sadece kısa olmalı. Şimdi aklıma gelen örnek olarak: Paul Thomas Anderson’ın “Anima” filmi çok etkili, asla uzun olmamalı bence, hiç düşünmedim bile bu gerekliliği. Öte yandan Nuri Bilge Ceylan’ın “Kış Uykusu” uzun olmalı, o his ve o hikâyeyi başka türlü düşünemiyorum. Veya farklı bir örnek: Alfonso Cuaron’un “Children of Men”’deki meşhur tek çekim sahnesi sadece bir kısa film kadar. Ama öyle bir sahne ve vizyon ancak uzun metraj bir filmde hayat bulabilir. Son olarak, “Dune”’un hayata geçirilememiş. Alejandro Jodorowsky ‘nin 10-14 versiyonunu görmeyi de çok isterdim. Açıkçası bana göre sürenin çok önemi yok, sanat formu olarak, sanatçı/yönetmen kendini en iyi nasıl ifade ediyorsa öyle icra etmeli.

“Birileriyle bağ kurabilmek, paylaşmak, diyalog oluşturmak, ödüllendirilmek güzel”

“Öğrencilik zamanı ve takip eden birkaç yıl harikaydı. Biz baya festival dolaştık, çok eğlenceli ve motive edici kaldı aklımda. Ayrıca insanlarla tanışmak komünite açısından da çok verimliydi. Bu kesinlikle değerli, ama öte yandan bu tür şeyleri kendi adıma üretim konusunda çok da ciddiye almıyorum. Ama küçümsediğimden değil, günün sonunda sanatın çok sübjektif olduğunu düşünüyorum. Birileriyle bağ kurabilmek, paylaşmak, diyalog oluşturmak, ödüllendirilmek güzel. Ama bu yine de sübjektif. Bana göre çok çok iyi olan yapımlar işinde yetkin kişiler veya büyük kitleler tarafından ilgi görmeyebiliyorlar ve bu benim için asla bir gösterge değil. Kendi işlerim için de bu geçerli. Bunların sebepleri tartışılabilir elbette.”

“Mutfağın daha içindeyken Yaratıcı Yönetmenlerin çok fazla bir şey yapmadığını, biraz tasarımcı ve animatörlerin yaptığı işlerin kaymağını yediğini düşünürdüm. İnsan bu konuma gelince öyle olmadığını anlıyor”

Hareket tasarımı endüstrisindeki 3 yıllık deneyiminizin ardından Los Angeles’a taşındınız. Ve yaratıcı yönetmen olarak kariyer hayatınıza devam ettiniz. Hareket tasarımıyla, yaratıcı yönetmenin arasındaki en büyük fark nedir?

“Doğal olarak Yaratıcı Yönetmenliğim de hareket tasarımı üzerine devam ediyor ama elbette her zaman değil. Şu anki en büyük fark, hareketten bağımsız sadece fikir, içerik ve konsepte yoğunlaşıyorum. İmgeler arası bağ kurmaya çalışıyorum, daha çok yazıyorum. Anlayıp anlatmaya çalışıyorum. Sonrasında bunu harekete nasıl adapte edebiliriz ona kafa yoruyorum. Bir de sonrasında ekibi yönetmek var tabii. En büyük fark sanırım şu an daha büyük bir pencereden olaya hâkim olmaya çalışmak. Mutfağın daha içindeyken yaratıcı yönetmenlerin çok fazla bir şey yapmadığını, biraz tasarımcı ve animatörlerin yaptığı işlerin kaymağını yediğini düşünürdüm. İnsan bu konuma gelince öyle olmadığını anlıyor.

Yorum bırakın